Devletleşme (2) Ahlak’ın Devletleşmedeki Rolü.

Ulus Devlet Modeli Fransız İhtilaliyle birlikte tüm dünyayı sarmadan önce Avrupa’da derebeylikleri vardı, Osmanlı ise saltanatlıkla ademi merkeziyetçi devlet modelindeydi yani tek bir merkezden yönetiliyordu. Bu iki örnek halkların devletleşme sürecini anlamak açısından önemli. Osmanlı saltanatının geçmişi ise oba kültürüne dayanıyor. Yani yerel yönetimler mevcut, bu bağlamda Avrupa’daki derebeyliklerine benzer ancak bunlardan farklı olarak yerleşik yapıda olmayan unsurlar.

Devlet, aslında milletin, adaletin tecellisini bireyden alıp başka bir otoriteye devretmesidir. Yani mağdur kişi kendi intikam duygularıyla hareket etmez, intikam alma işini devlete bırakır. Buna toplumsal sözleşme veya milli irade adı verilir. Buradaki amaç adaletin devlet eliyle sağlanmasıdır. Bağımsız bir yargı, suç ve cezaların sabitlendiği kitaplar bunun için vardır. Yani devlet aslen suç-ceza denkleminden doğmuştur. Hem güçlünün işlediği suçun yanına kar kalmamasını sağlamakla yükümlüdür, hem de mazlumun uğradığı zulmü durdurup, mağdurun öç almaya zaten güç yetiremeyeceği durumlarda sorumluların ceza almalarını sağlamalıdır.

Devletleşmeye giden yol 2 türlüdür. Birincisi, insanların kendi arasındaki adaletsizliği gidermek için bir üst otorite kurulması ve yetkilendirilmesidir. Bu örnekte toplum yozlaşmıştır ve toplumun yozlaşmasına toplum dur demek ister. Diğer devletleşme türünde ise adaletin yayılması için bir otorite sağlanır, burada ahlaklı bireylerden oluşan bir toplum adaletini yaşadıkları çevreye de yansıtma amacındadır. Yani birinde kötülükten iyilik doğar diğerinde ise iyilik kötülüğü bastırmaya çalışır. İlkine örnek olarak batı toplumlarından tanıdığım Almanya’yı, ikincisine ise doğu toplumlarında tanıdığım Osmanlı’yı (nispeten günümüz Türkiye’sini) baz alabiliriz.

Özellikle geçmişte, kuvvetin kas gücüyle ölçüldüğü devirlerde devlet olmak, adalet sisteminin, kuralların herkese eşit sirayet edebilmesi, insan ilişkilerinin hukuk sistemi tarafından şekillendirilip denetlenmesi bakımından bir ihtiyaçmış gibi görünebilir. Ve belkide yozlaşmış toplumlarda yani güçlünün hüküm sürdüğü, güçsüzün ezildiği toplumlarda bu gerçek bir gerekliliktir. Çünkü yozlaşmış insanların bir arada bulundukları ve büyük balığın küçük balığı rahatlıkla yediği toplumlarda ahlak kurallarının hükmü yoktur. Ahlak kuralları oluşmamıştır.

Zaten ahlak anlayışı önce bireyde sonra toplumda gelişkin olsaydı suç olgusuyla minimum düzeyde karşılaşılırdı. O yüzden batılı toplumlarda görülen şudur; ahlak kuralları bireyden topluma yayılamaz, herkesin adaleti kendisini bağlar, ancak ahlaksız -adaletsiz- insan sayısı o kadar çoktur ki, veya adalet-ahlak algısı bireyden bireye o kadar değişim gösterir ki, insanlar “adaletin” sağlanabilmesi için devletleşme yoluna gitmişlerdir.

Devletleşme ile aralarında bir kaç yüz yıl olsa da konseptin daha iyi anlaşılması açısından belirtmek gerekir ki; tanzimat fermanı ile başlayan furyanın sebebi de batı toplumlarında eğitim görüp ülkemize gelen sözde “aydınların” Avrupa’daki meşrutiyet akımından etkilenmiş olmasıdır. Avrupa’da ahlaksız-adaletsiz toplumun ahlaksız-adaletsiz hükümdarları meşrutiyet akımıyla kendi güçlerini sınırlandırma yoluna gitmek zorunda bırakılmışlardır. Aynı performansı Osmanlı’da görmek isteyen “aydınların” gözardı ettiği, değerini bilmedikleri, anlamadıkları konu bizim toplumumuzda dinimizden gelen bir adalet-ahlak duygusunun zaten var oluşuydu. Müslüman bir kimse gayri müslim bir kimse kadar gaddar olamazdı, bu kişi padişah olsa bile.

Amerika’ya ulaşan Columbus yerli halk hakkındaki düşüncelerini bir mektupta şöyle belirtmiş; çok saflar, yardımseverler, dürüstler, iyi kalpliler, bunlardan çok iyi köle olur! Anlayışa bakar mısınız? İşte, dinden gelen temel bir ahlak anlayışı yoksunluğu sebebiyle özellikle batı toplumlarında kanunlar ahlak kurallarının yerini almıştır. Artık kanuna uymak ahlaklılık, uymamak ise ahlaksızlık olarak nitelendirilir.

Almanya’daki toplu taşımadan bir örnek verelim; biz Türkiye’de gişelerden geçmek zorunda kalırken, otobüse sadece ön kapıdan binebiliyorken Almanya’da ne gişe var ne de ön kapıdan giriş zorunluluğu. Çünkü bilet kontrolü sadece düzensiz aralıklarla ayda yılda bir yapılıyor. Yine de herkes biletini alıyor. Bilet almayan bir kaç kişi cezalandırılıyorsa bunlar genelde ya göçmendir ya da anarşist gençlerden biridir. Çünkü kurallara uymak onlar için kutsaldır. Biletsiz seyahat etmek büyük bir ahlaksızlıktır. Che’nin “Almanya’da devrim yapamazsınız çünkü halk trene binmeden önce tren istasyonundan biletini alıyor” tespiti çok oturaklı.

Son olarak, Doğan Cüceloğlu’nun bir tespitini alıntılamak istiyorum; “Amerika’da hiç eğitim görmemiş bir insanla aynı odada kalmaktan korkarım. Beş dolar için gırtlağını kesebilir. Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe, uygar, olgun, sorumluluk sahibi, verdiği sözü tutan, kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor. … Türkiye’ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum. Şehirleşme ve eğitim. Türkiye’de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum. … Ama şehirleşmemiş, okumamış, saf köylü olarak kalmışsa, onda değerler bilinci çok yüksektir. Sanki eğitilmiş Amerikalı.”

Yorum bırakın